doğu&batı kafası II

Doğu, Batı’nın tam zıttı öğeler içeren bir kavramdır.
Zihinsel haritaları birbiriyle tamamen uyumsuz, din ve gelenek bağlamında toplum yapılarının birbiri ile örtüşmeyen tarafları ağır basmaktadır.
Batı, insanı ve toplumu anlama konusunda bu kadar çabaya rağmen yetersiz kalması sebebi ile Batı’nın teknoloji dışında geçerli bir üstünlüğü yoktur.
Toplum meselelerine çözüm ararken Batı’ya bakmak daha karışık meselelere yol açar ve hatta genel olarak Batı çözmek yerine kaosu seçer diyebiliriz.
Batı’nın insanı kendisine ve toplumuna yabancılaştırılmıştır.
Kişilerin doğasına uygun olmayan bir hayat yaşıyor olması Batı’daki mutsuzluğun ve tatminsizliğin sebebidir.
“Yabancılaşma felsefi anlamda; insanın kendine, aslına, sırt dönmesi, ondan uzaklaşması anlamında kullanılmakta ve hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın daima kopma, sırt dönme, sürgün, anlamsızlık gibi derin bir yarılmayı göstermektedir.”
Karl Marx’a gore yabancılaşma “Kişinin kendi eyleminin kendisine el olan, kendisinden “gayri” olan bir güç, kendisi tarafından yönlendirileceği yerde ona tepeden bakan ve karşı olan bir güç haline geldiği durum”dur.
İnsanın kendisini yabancı gibi görmesi düşüncesi kendisi ile arasında bir mesafe olduğunun farkına varamamasıdır.
Davranışlarını kendisi dışında bir güç yönetir ama buna engel olamaz. Aynı zamanda eylemlerini de niye yaptığının bilincinde değildir.
Bu durum putperestlik gibidir. Kişi kendi eli ile bir şey inşa eder, sonar ona kutsal bir anlam yükler sonra kendi yaptığı ürün bir güce dönüşür ve kendisini yönetmeye başlar.
Bu durum, kişinin kendi eylemine yabancılaşmasının da göstergesidir.
Doğu öğretilerinde, dinlerinde kişinin kendisine ve dünyada olup biten her şeye karşı bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk bilinciyle yaşayan kişi kendine yabancılaşamaz.
Aynı zamanda kendi yeteneklerini, donanımlarını keşfetmesi gerekir. Ancak yabancılaşma kişiyi kendisinden uzak bir alana taşır.
Batılı dünya görüşünün sebep olduğu problemlerin temelinde, insanın konumlandırılması düşünülebilinir.
Batı’daki her gelişme aslında insana dair temel bazı varsayımlara dayanır.
Bu varsayımların başında insanın dünyaya istek ve arzularını tatmin etmek için gelmiş olduğu düşüncesi gelmekte ve bu isteklerin karşılanabilmesine olanak sağlayan fikri akımların, bilimsel gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Amaç, nasıl daha fazlasına sahip olunabileceği ve tüketilebileceği konusudur.
“‘Ekonomi’ bilimi insanoğlunun maddi çıkarına nasıl uygun geliyorsa öyle hareket ediyor olmasını bir veri olarak kabul eder; bu çıkarcı ve açgözlü yaratığa, yani homo economicusa, tüketim kavgasında nasıl başarılı olabileceğini göstermeyi hedefler.
Bu görüş Hıristiyanlığın bir uzantısıdır ve insan dünyaya günahkar olarak gelmiştir.
Ortaçağ boyunca insan bedeni aşağılanmış ruhu yüceltilmiştir. Ancak Aydınlanma ile beraber beden de önemsenmeye başlanmıştır hatta bedenin istekleri yüceltilmeye başlanmıştır.
Bununla beraber önemsenen bedenin arzu ve isteklerini doyurmanın yolları aranmıştır.
Batı bireyin yalnızca kendi öz çıkarları için yaşamasını uygun bulmamaktadır. Böyle bir toplumda kişilerin arasında menfaate dayalı ilişkiler kurulur.
Kimse fedakarlık yapmak istemez, duygulara dayalı değil arzulara dayalı ilişkiler kurulur. Bu sebeple derin ilişkiler kurulmaz, ilişkiler hep yüzeyseldir.
Kimse daha fazlasını vermek, paylaşmak, empati yapmak istemez. Bu davranış biçimi insan tabiatına uygun değildir ve mutsuzluk yaratır.
Batı’da kimseden Allah’ın ya da toplumun rızası için yasal haklarından feragat etmesinin ya da özveride bulunmasının istenemez.
Kişi eğer kendi isteğiyle yasal haklarından vazgeçiyorsa bu mantıksız görülür. Kimse kendi isteğiyle fedakarlık yapmaz.
Diğer toplumların kendisi gibi olduğunu varsayma eğilimi aynı zamanda diğer toplumların kendisi gibi yaşaması zorunluluğu gibi bir algıyı da beraberinde getirmektedir.
Bu düşünceye göre Batı, kendisi gibi yaşamayan toplumları geri kalmış olarak kabul etmiş, her toplumun kendisi gibi bir ilericiliğe sahip olması gerektiğini öngörmüştür.
Toplumların coğrafyalarına, kültür ve medeniyetlerine bakılmaksızın aynı doğrultuda bir tüketim kültürü içinde yaşmaları gerekliliğini sorgulanır.
Her toplumun kendine has ihtiyaçları ve alışkanlıkları vardır. Ancak Batı toplumu herkesin aynı şeyi yapıyor, aynı kıyafeti giyiniyor, aynı yemeği yiyor, herşeyin modası olmasını temel gereklilik olarak kabul eder.
Elinde ok ve yaydan başka bir şeyi olmayan bir yerliye baktığımızda, onun çaresizliği karşısında belirli bir üstünlük duygusuna kapılır, onu aşağılarız. Peki, neden? Nedir bu duygularımızın kaynağı?…çünkü, çıplak vahşiye bir takım burjuva istemleri yakıştırır, bu istemlerini elindeki okla karşılayamayacağını bildiğimiz için küçümseriz. Oysa, kaynakların ya da teknik araçların yetersizliği eşyalara özgü bir nitelik değil, amaçlarla araçlar arasındaki bağlantıdır. Yani ok ve yay, adamın isteklerini karşılıyorsa ortada acınacak, hele de kınanacak bir durum yok demektir.
Batı tüketim miktarı ve fert başına düşen milli gelir hesaplamalarının tüm dünyada gelişmişlik düzeyi olarak algılatır.
Eğer medeniyet seviyesi eşittir tüketim miktarı diye düşünülürse, Batılı olmadan medeni olamayız demektir…
Milli gelir hesapları, bunların ‘medeniyet’ ölçü birimi gibi kullanılması Batı’nın, yani medeniyet eşittir tüketim diyenlerin icatlarıdır.
Değer yargılarının ve kıstasların evrenselleşmesi gereksizdir.
İnsan Batı’da Büyük Makine’nin işlemesini sağlayan herhangi bir parçadan farksızdır. Belirli bir amaç için çalışan bu makinenin teklememesi için herkesin belirtilen düzene ayak uydurarak yaşamını sürdürmeye devam etmesi gerekir.
Sistemin insana hizmet etmesi gerekirken, insan bu durumda sisteme hizmet eder.
Toplum dışında itilmek istemeyen insan bu çarka uyum sağlamak zorundadır. Bu durum insanın herhangi bir nesneye dönüşmesine, ‘şey’leşmesine neden olmaktadır.
Kişi ancak bu sistemin içinde varolabileceğine inanır. Kişi bu şekilde artık bağımsız hareket edemez olur. Davranışları kalıplaştırılmıştır. Eğer farklı düşünür ve davranırsa toplumun dışına itileceğine inanır ve sistemin dışında kalmak istemeyeceği için de ‘şey’ leşmeye devam eder.
Bu gelişme Sanayi toplumunda ön plana çıkan bir durumdur. İnsan, kendisi dahil emeği ile birlikte artık sadece bir üründür, daha fazlası değil.

Doğu toplumlarını farklılıklara açık, kendilerine yabancılaşmamış, sezgileri ön planda tutan, yaşamla barışık toplumlardır.
Bu tanımlarla dayanarak Batı’nın yıkıcı ve yok edici insan tanımının karşısında Doğu’da insana hayat bahşeden bir yapı olduğunu düşünülebilir.
Doğu felsefesinde insanı tam ve bütün kabul eden bir algı vardır.
Onu tüm yönleriyle varolmaya teşvik eden, yok saymayan ve kendisini gerçekleştirmesi için yaşam gayesi belirleyen Doğu felsefesi insana daha yakın gelmektedir.
Batı’nın kendi hevesleri için yakıp yıkan insan tanımını Doğu felsefesi karşısında işlevsiz ve aciz kalmaktadır.
İnsana bu dünyada anlam bahşeden şeyin yaşam gayesi olduğunu düşünülmelidir. Kişi bu dünyada niçin varolduğunu bilirse boşluğa düşmeyecektir.
“İnsan Tanrı’ya kulluk etmek için yaratıldı. Kulluk görevini ihmal etmemek için yaratıldı. Hayatta kalmak için birtakım maddi şartlara ihtiyacı vardır, ancak ondan asıl istenen, yaşamını Tanrı’nın rızası için düzenlemekti.”
Bu bilinçle yaşayan insan ve toplumların, Tanrı’nın rızasına uymayan davranışlardan uzak kalacağını, tek amacının kulluk olduğunu bilen insanın da Tanrı dışında kimsenin egemenliği altına girmeyeceğini düşünülür.
Aynı zamanda yaşama yön veren doğru ve yanlış kategorilerinin de ilahi bir güç tarafından belirlenmiş olması da bireysel çıkarlar uğruna doğruların değiştirilmesine engel olacaktır.
Bu da güçlü olanın genel geçer doğruları şekillendirmesinin önüne geçecektir.
Bir Doğu inancı olan Konfüçyanizm’deki “Tanrı her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir.” prensibi de insanın yapıp ettiklerinin Tanrı tarafından görüldüğünü, ve insanın bu inançla yaşadığını anlatır.
Toplumsal kaosun oluşmasına müsade etmeyen bu durum Doğu öğreti ve dinlerinde varolan ilahi güçle irtibatta olma duygusu ile gerçekleşmektedir.

Doğu Dinlerinde insanın dünyaya bir gaye ile gelmesinin hem insanı hem toplumu ayakta tutan bir inanç olduğunu düşünülür.
Sadece kendi bireysel ihtiyaçlarını önemseyen ve onları tatmin etmek için uğraşan batı insanı içindeki boşluğu dolduramaz ve intihar vakaları daha çok fiziki ihtiyaçları (en çok) tatmin edilen bu ülkelerde görülmektedir. Batı medeniyeti, insanoğlunu salt fiziki gereksinimlerini karşılayarak yaşatabileceği yolundaki, özünde mekanik ve kaba inancını sürdürmeye devam ettiği için, şiddetten kurtulamıyoruz.
Hıristiyan dünya görüşünde insanın günahkar olarak dünyaya gelmesi ile İslamiyet’te insanın Allah’ın halifesi olarak yaratılması arasındaki fark iki dünyayı birbirinden tamamen koparır. İslamiyet’e göre insan bu evrenin yaratılma nedenidir. Ve bu bilgi insanı dünyada büyük bir sorumlulukla ayakta tutmaktadır.
Allah’ın halifesi olmasının insana bahşettiği değerin onu semavi varlıkların en yücesi konumuna taşıdığını belirtmektedir.
Batı insana böyle bir değeri layık görmez.

İnsan yaşamsever ve ümitli olma özelliği ile yaratılmıştır. Bu anlayış kişiye kendi yaşamında sevecen bir hal kazandırır. Kendisi ve çevresindekilerle ilgili kanaatleri olumludur, Kendisi ile ilgili ümitlidir ve yapılan hataların telafisi olduğunu bilir. Kimseye kendisini kabul ettirme derdinde değildir. Yalnızca yaratana hesap vereceğini bilir.
Aynı zamanda eğer bir hata yaparsa tevbe edebilir ve yeniden başlama şansı vardır.
“İnsanoğlunun değişebilmesi, kişiliğini, hayata yeni bir bakış açısı geliştirerek ‘dönüştürmesi’ ile mümkün olabiliyor. İnsan hayatla, yaşamı destekleyen tutkularını harekete geçirerek, yeni bir hayatiyet kazanarak bütünleşebiliyor.
Çamurdan yükselmek Doğu dinleri’nde kişinin hayat boyu mücadelesini vermekle yükümlü olduğu çabadır. Kişi yaratanın merhametine sığınarak ruhunu yüceltmeye çalışır.
Manevi tarafını besler ve nefsinin kendisini aşağılara çekmesine müsade etmez. Konfüçyanizm’de kişinin kendi ruhunu yüceltmesi için çaba sarfetmesi gerekmektedir ve bunu ancak insanları severek, iyi ilişkiler sürdürerek gerçekleştirebilir.
Doğu toplumlarında insan tanımlanırken sadece madde tarafı değil mana tarafı da ortaya konulur.
İnsanın varlık aleminde yalnızca bedeninin ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatta kalmak için varolmadığını, asıl gayesinin manevi tarafını yüceltmek beslemek ve ruhunu yüceltmek olduğu vurgulanır.

Batı her şeyi akılla açıklamaya çalışır, açıklayamadığı konuları reddeder. Sadece bilimsel olarak ispatlanabilmiş olguların doğru kabul edildiği bir kültür insanı anlamaya yetmez.
Bunun karşısında Doğu felsefesinde yaşamın görünen ve görünmeyen yüzüne inanmaktan bahseder.
“Biz, dayanılmaz acıları, coşkulu sevinçleri, tehlikeleri, güvenli sığınakları, tez ve anti-tezleriyle bu anlaşılmaz ve büyüleyici yaşamın kendi beyin yapımızın ve kullanabildiğimiz yöntemlerin çok dışında bir sistem tarafından yönetildiğini biliriz.”
Bu bağlamda bir Tanrı’ya inanmak ve Tanrı’nın yasalarını kabul etmek Doğu felsefesi için vazgeçilebilir bir durum değildir. Doğu kişinin manevi olana yönelerek problemlerine çözüm bulacağına inanır ve inanma duygusu kişiyi daha ümitli bir hale getirir.
Doğu dinleri kişilerin başkalarına zarar verecek eylemlerden kaçınmalarını emreder.
Buna gore insan bir iş yapacakken iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğuna karar vererek hareket edebilir.
Bu mantıkla bireye veya topluma, ya da çevreye verilmiş herhangi bir zarar kaderci bir zihniyetle açıklanamaz.
Doğu toplumlarında kişinin kendi eylemlerinin sonucunu hesap ederek ve neticesinde de hesap vereceğini düşünerek yaşaması esastır.
Yeryüzünde meydana gelen facialar deterministik bir bakış açısıyla açıklanmaz. Çevresinde olup biten olaylarda bir payı olup olmadığını sorgular.
İnsan, irade edebildiği kadar insandır.
Doğuda insanın özgür olduğunu, bağımsız olduğunu teslim etmiş olması çok önemli, bu anlayış, insana duyulan güven onu tensel ve ruhsal –maddi ve manevi- dayatmalara karşı durmak üzere yüreklendirir ” Böyle bir insan dünyadaki her şeye karşı içinde bir sorumluluk hisseder. İnsanın nesneleşmesinin önüne geçer.
Aynı zamanda kendi eylemlerini hesap etmesi gerektiğini, sonuçlarına da katlanması gerektiğini bildiği için Hıristiyan dünyasındaki günah çıkarma eylemi gibi bir başkasının onu affedebileceği duygusundan da uzaktır.
Somut insan Dünyadan ve kendisinden sorumlu olan insan, kendisini gerçekleştirebilmek, bilgiyi aktif olarak aramak, eylemlerinin ahlaki sorumluluğunu yüklenmek için özgür ve özerk, kendisinin efendisi olmak zorundadır.
Doğuda yeryüzündeki her şeyi insana emanet verilmesi düşüncesi Batı’nın kullan ve tüket algısı karşısında değerlidir. Bu algıya göre kişi yaşam boyu hayatını idame ettirecek şeylere sahip olmak ister, ama asla onlara istediği gibi davranabileceğini düşünmez. Har vurup Harman savuramaz, ya da başkalarının zarar göreceğini bildiği bir şekilde kullanamaz.
Batı’da mülkiyet esasının kişiye sahip oldukları şeyleri istedikleri gibi kullanma hakları olduğunu, ve bunun için kimseye hesap vermeyeceklerini belirtir.
Kişi eğer içinde yaşadığı bölgede diğer insanların ihtiyacı olan bir mala sahipse, bu mala zarar verdiğinde topluma karşı kendisini sorumlu hissetmez, aynı zamanda herkesin ihtiyacı olan bir mala yalnızca kendisi sahipse ve bunu paylaşmıyorsa kimse ona karışamaz. Bunu da gönül rahatlığı ile yapar.
Kişinin eylemlerini helal-haram terazisi ile ölçmesi İslam geleneğine ait bir kavramdır, yapılacak işin kişiye ve topluma faydası ve zarar göz önünde bulundurulmaksızın yapılamayacağını düşünülür.
Mesela pertol şirketleri daha ucuz bir yeni enerji türünü satın alıp ortadan kaldırdıklarında, toplumun esenliğini düşünmemekle suçlanmazlar.
Gıda imalatçıları raf ömürlerini uzatmak için ürünlerine muhtelif zehirler kattıklarında insan sağlığı ile oynamakla suçlanmazlar.
Satın almamak özgürlüğü diye bir hak vardır, isteyen alır, istemeyen almaz ama… ama her yasal hak helal değildir.
Batı zihniyetinde eğer bilim adına bir adım atılması gerekiyorsa, etik değerler söz konusu değildir.
Nükleer silah denemesi yapılacaksa sonuçları hesap edilmez. Herhangi bir gelişme daha fazla insanın zarar görmesine sebep olsa da gerçekleştirilir.

Batı dünyasında insanların düzeyli, mesafeli ve çıkara dayalı yüzeysel ilişkileri karşısında Doğu geleneğinde birliktelik önemsenir.
Gaziler, Kırklar, türbeleri, aşevleri, hastaneleri, ibadethaneleri, silahları, savaşlarıyla kadın-erkek sıradan halkın günlük yaşam pratiğinin ayrılmaz parçalarıdır.
Birlikte yer, birlikte içer, birlikte üretir, birlikte söyler, birlikte dinler, birlikte söyleşirler.
Böyle bir toplumda savaşa giden halkın kendi çocuklarıdır, yaşanan bir olayın tarafları halkın kendisidir. Tüm insanlar aynı anda hem acıyı hem sevinci paylaşırlar.
Kimse kendini yaşananlardan soyutlayamaz.

Doğu ve Batı toplumlarında insanın konumunu ve değerini karşılaştırdığında birbiri ile tamamen uyumsuz bir resim görülmektedir.
Batı kültüründe arzularına ulaşmak ve dilediğince tüketmek amacıyla yaşayan insanın Doğu kültüründe paylaşmak ve fedakarlık yapma gayretinde olduğunu düşünülür.
Doğu felsefesinde insanın dünyada bir yaşam gayesinin olması – Tanrı’nın rızası, nirvanaya ulaşmak, ruhunu yüceltmek vb.- insanı ayakta tutan ve tatmin eden bir olgudur.
Bu durum insanın boşluğa düşmesine engel olur.
İslamiyet ile Hıristiyanlık karşılaştırdığında insanın İslamiyet’te Allah’ın vekili olarak dünyaya gönderilmesinin Hıristiyanlıkta günahkar olarak doğması fikri ile taban tabana zıt olması İslamiyet’te kişinin yaşam sever bir kişilik oluşturmasına sebep olur. Çünkü İslamiyet kişinin dünyaya tertemiz geldiğini, yaşam boyu yapacağı hatalardan da dönebileceğini söyler.
Batı’da insanın kendisini hakim sistem içinde herhangi bir ‘şey’ gibi hissetmesine sebep olan baskılayıcı veya yok edici durum Doğu felsefesinde görülmez.

Batı’da kalabalıklar içerisinde farkına varılmamış bir ‘şey’dir insan. Doğu’da kişinin kendisine has çeşitliliği ortaya koyması, kendisini gerçekleştirmesi zenginlik sayılır.
İnsanın asıl görevi ruh ve beden bütünlüğünü tamamlayarak kendisinde varolan yetenekleri keşfetmek ve ortaya koymaktır.
Batı toplumlarında insanın sadece bedensel ihtiyaçlarının tatmin edilme gayretinin Doğu’da karşılık bulmadığı, Doğu kültüründe insanın manevi ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi söz konusu değildir.

Doğu inançlarında insanın asıl gayesinin ahlaken daha yüce bir kişiliğe bürünmesi ve kendisini yüceltmesi olduğu, Batı’nın ise insanın mana tarafını görmezden geldiği ortadadır.

Bilimsel açıklamalar dışında herhangi bir bilgiyi yok sayan Batı karşısında Doğu’nun sezgilere yer veren tavrı daha anlamlıdır. Doğu dinlerinde yaratılmış tüm canlılara karşı merhamet duygusuyla muamele edilmesi, başkalarına zarar verecek eylemlerden kaçınılması, ve eylemlerde doğru-yanlış, helal-haram gibi etik değerlerin olması Batı’nın kural tanımazlığı karşısında toplumu ayakta tutan önemli ilkelerdendir.

Üzerinde düşünülmesi gereken “ilerleme”nin ne olduğudur ya da medeniyetin aslında kime hizmet ettiği…

Yorum bırakın