
Archive for the ‘Davranışlar’ Category
11 May
doğu&batı kafası II
Doğu, Batı’nın tam zıttı öğeler içeren bir kavramdır.
Zihinsel haritaları birbiriyle tamamen uyumsuz, din ve gelenek bağlamında toplum yapılarının birbiri ile örtüşmeyen tarafları ağır basmaktadır.
Batı, insanı ve toplumu anlama konusunda bu kadar çabaya rağmen yetersiz kalması sebebi ile Batı’nın teknoloji dışında geçerli bir üstünlüğü yoktur.
Toplum meselelerine çözüm ararken Batı’ya bakmak daha karışık meselelere yol açar ve hatta genel olarak Batı çözmek yerine kaosu seçer diyebiliriz.
Batı’nın insanı kendisine ve toplumuna yabancılaştırılmıştır.
Kişilerin doğasına uygun olmayan bir hayat yaşıyor olması Batı’daki mutsuzluğun ve tatminsizliğin sebebidir.
“Yabancılaşma felsefi anlamda; insanın kendine, aslına, sırt dönmesi, ondan uzaklaşması anlamında kullanılmakta ve hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın daima kopma, sırt dönme, sürgün, anlamsızlık gibi derin bir yarılmayı göstermektedir.”
Karl Marx’a gore yabancılaşma “Kişinin kendi eyleminin kendisine el olan, kendisinden “gayri” olan bir güç, kendisi tarafından yönlendirileceği yerde ona tepeden bakan ve karşı olan bir güç haline geldiği durum”dur.
İnsanın kendisini yabancı gibi görmesi düşüncesi kendisi ile arasında bir mesafe olduğunun farkına varamamasıdır.
Davranışlarını kendisi dışında bir güç yönetir ama buna engel olamaz. Aynı zamanda eylemlerini de niye yaptığının bilincinde değildir.
Bu durum putperestlik gibidir. Kişi kendi eli ile bir şey inşa eder, sonar ona kutsal bir anlam yükler sonra kendi yaptığı ürün bir güce dönüşür ve kendisini yönetmeye başlar.
Bu durum, kişinin kendi eylemine yabancılaşmasının da göstergesidir.
Doğu öğretilerinde, dinlerinde kişinin kendisine ve dünyada olup biten her şeye karşı bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk bilinciyle yaşayan kişi kendine yabancılaşamaz.
Aynı zamanda kendi yeteneklerini, donanımlarını keşfetmesi gerekir. Ancak yabancılaşma kişiyi kendisinden uzak bir alana taşır.
Batılı dünya görüşünün sebep olduğu problemlerin temelinde, insanın konumlandırılması düşünülebilinir.
Batı’daki her gelişme aslında insana dair temel bazı varsayımlara dayanır.
Bu varsayımların başında insanın dünyaya istek ve arzularını tatmin etmek için gelmiş olduğu düşüncesi gelmekte ve bu isteklerin karşılanabilmesine olanak sağlayan fikri akımların, bilimsel gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Amaç, nasıl daha fazlasına sahip olunabileceği ve tüketilebileceği konusudur.
“‘Ekonomi’ bilimi insanoğlunun maddi çıkarına nasıl uygun geliyorsa öyle hareket ediyor olmasını bir veri olarak kabul eder; bu çıkarcı ve açgözlü yaratığa, yani homo economicusa, tüketim kavgasında nasıl başarılı olabileceğini göstermeyi hedefler.
Bu görüş Hıristiyanlığın bir uzantısıdır ve insan dünyaya günahkar olarak gelmiştir.
Ortaçağ boyunca insan bedeni aşağılanmış ruhu yüceltilmiştir. Ancak Aydınlanma ile beraber beden de önemsenmeye başlanmıştır hatta bedenin istekleri yüceltilmeye başlanmıştır.
Bununla beraber önemsenen bedenin arzu ve isteklerini doyurmanın yolları aranmıştır.
Batı bireyin yalnızca kendi öz çıkarları için yaşamasını uygun bulmamaktadır. Böyle bir toplumda kişilerin arasında menfaate dayalı ilişkiler kurulur.
Kimse fedakarlık yapmak istemez, duygulara dayalı değil arzulara dayalı ilişkiler kurulur. Bu sebeple derin ilişkiler kurulmaz, ilişkiler hep yüzeyseldir.
Kimse daha fazlasını vermek, paylaşmak, empati yapmak istemez. Bu davranış biçimi insan tabiatına uygun değildir ve mutsuzluk yaratır.
Batı’da kimseden Allah’ın ya da toplumun rızası için yasal haklarından feragat etmesinin ya da özveride bulunmasının istenemez.
Kişi eğer kendi isteğiyle yasal haklarından vazgeçiyorsa bu mantıksız görülür. Kimse kendi isteğiyle fedakarlık yapmaz.
Diğer toplumların kendisi gibi olduğunu varsayma eğilimi aynı zamanda diğer toplumların kendisi gibi yaşaması zorunluluğu gibi bir algıyı da beraberinde getirmektedir.
Bu düşünceye göre Batı, kendisi gibi yaşamayan toplumları geri kalmış olarak kabul etmiş, her toplumun kendisi gibi bir ilericiliğe sahip olması gerektiğini öngörmüştür.
Toplumların coğrafyalarına, kültür ve medeniyetlerine bakılmaksızın aynı doğrultuda bir tüketim kültürü içinde yaşmaları gerekliliğini sorgulanır.
Her toplumun kendine has ihtiyaçları ve alışkanlıkları vardır. Ancak Batı toplumu herkesin aynı şeyi yapıyor, aynı kıyafeti giyiniyor, aynı yemeği yiyor, herşeyin modası olmasını temel gereklilik olarak kabul eder.
Elinde ok ve yaydan başka bir şeyi olmayan bir yerliye baktığımızda, onun çaresizliği karşısında belirli bir üstünlük duygusuna kapılır, onu aşağılarız. Peki, neden? Nedir bu duygularımızın kaynağı?…çünkü, çıplak vahşiye bir takım burjuva istemleri yakıştırır, bu istemlerini elindeki okla karşılayamayacağını bildiğimiz için küçümseriz. Oysa, kaynakların ya da teknik araçların yetersizliği eşyalara özgü bir nitelik değil, amaçlarla araçlar arasındaki bağlantıdır. Yani ok ve yay, adamın isteklerini karşılıyorsa ortada acınacak, hele de kınanacak bir durum yok demektir.
Batı tüketim miktarı ve fert başına düşen milli gelir hesaplamalarının tüm dünyada gelişmişlik düzeyi olarak algılatır.
Eğer medeniyet seviyesi eşittir tüketim miktarı diye düşünülürse, Batılı olmadan medeni olamayız demektir…
Milli gelir hesapları, bunların ‘medeniyet’ ölçü birimi gibi kullanılması Batı’nın, yani medeniyet eşittir tüketim diyenlerin icatlarıdır.
Değer yargılarının ve kıstasların evrenselleşmesi gereksizdir.
İnsan Batı’da Büyük Makine’nin işlemesini sağlayan herhangi bir parçadan farksızdır. Belirli bir amaç için çalışan bu makinenin teklememesi için herkesin belirtilen düzene ayak uydurarak yaşamını sürdürmeye devam etmesi gerekir.
Sistemin insana hizmet etmesi gerekirken, insan bu durumda sisteme hizmet eder.
Toplum dışında itilmek istemeyen insan bu çarka uyum sağlamak zorundadır. Bu durum insanın herhangi bir nesneye dönüşmesine, ‘şey’leşmesine neden olmaktadır.
Kişi ancak bu sistemin içinde varolabileceğine inanır. Kişi bu şekilde artık bağımsız hareket edemez olur. Davranışları kalıplaştırılmıştır. Eğer farklı düşünür ve davranırsa toplumun dışına itileceğine inanır ve sistemin dışında kalmak istemeyeceği için de ‘şey’ leşmeye devam eder.
Bu gelişme Sanayi toplumunda ön plana çıkan bir durumdur. İnsan, kendisi dahil emeği ile birlikte artık sadece bir üründür, daha fazlası değil.
Doğu toplumlarını farklılıklara açık, kendilerine yabancılaşmamış, sezgileri ön planda tutan, yaşamla barışık toplumlardır.
Bu tanımlarla dayanarak Batı’nın yıkıcı ve yok edici insan tanımının karşısında Doğu’da insana hayat bahşeden bir yapı olduğunu düşünülebilir.
Doğu felsefesinde insanı tam ve bütün kabul eden bir algı vardır.
Onu tüm yönleriyle varolmaya teşvik eden, yok saymayan ve kendisini gerçekleştirmesi için yaşam gayesi belirleyen Doğu felsefesi insana daha yakın gelmektedir.
Batı’nın kendi hevesleri için yakıp yıkan insan tanımını Doğu felsefesi karşısında işlevsiz ve aciz kalmaktadır.
İnsana bu dünyada anlam bahşeden şeyin yaşam gayesi olduğunu düşünülmelidir. Kişi bu dünyada niçin varolduğunu bilirse boşluğa düşmeyecektir.
“İnsan Tanrı’ya kulluk etmek için yaratıldı. Kulluk görevini ihmal etmemek için yaratıldı. Hayatta kalmak için birtakım maddi şartlara ihtiyacı vardır, ancak ondan asıl istenen, yaşamını Tanrı’nın rızası için düzenlemekti.”
Bu bilinçle yaşayan insan ve toplumların, Tanrı’nın rızasına uymayan davranışlardan uzak kalacağını, tek amacının kulluk olduğunu bilen insanın da Tanrı dışında kimsenin egemenliği altına girmeyeceğini düşünülür.
Aynı zamanda yaşama yön veren doğru ve yanlış kategorilerinin de ilahi bir güç tarafından belirlenmiş olması da bireysel çıkarlar uğruna doğruların değiştirilmesine engel olacaktır.
Bu da güçlü olanın genel geçer doğruları şekillendirmesinin önüne geçecektir.
Bir Doğu inancı olan Konfüçyanizm’deki “Tanrı her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir.” prensibi de insanın yapıp ettiklerinin Tanrı tarafından görüldüğünü, ve insanın bu inançla yaşadığını anlatır.
Toplumsal kaosun oluşmasına müsade etmeyen bu durum Doğu öğreti ve dinlerinde varolan ilahi güçle irtibatta olma duygusu ile gerçekleşmektedir.
Doğu Dinlerinde insanın dünyaya bir gaye ile gelmesinin hem insanı hem toplumu ayakta tutan bir inanç olduğunu düşünülür.
Sadece kendi bireysel ihtiyaçlarını önemseyen ve onları tatmin etmek için uğraşan batı insanı içindeki boşluğu dolduramaz ve intihar vakaları daha çok fiziki ihtiyaçları (en çok) tatmin edilen bu ülkelerde görülmektedir. Batı medeniyeti, insanoğlunu salt fiziki gereksinimlerini karşılayarak yaşatabileceği yolundaki, özünde mekanik ve kaba inancını sürdürmeye devam ettiği için, şiddetten kurtulamıyoruz.
Hıristiyan dünya görüşünde insanın günahkar olarak dünyaya gelmesi ile İslamiyet’te insanın Allah’ın halifesi olarak yaratılması arasındaki fark iki dünyayı birbirinden tamamen koparır. İslamiyet’e göre insan bu evrenin yaratılma nedenidir. Ve bu bilgi insanı dünyada büyük bir sorumlulukla ayakta tutmaktadır.
Allah’ın halifesi olmasının insana bahşettiği değerin onu semavi varlıkların en yücesi konumuna taşıdığını belirtmektedir.
Batı insana böyle bir değeri layık görmez.
İnsan yaşamsever ve ümitli olma özelliği ile yaratılmıştır. Bu anlayış kişiye kendi yaşamında sevecen bir hal kazandırır. Kendisi ve çevresindekilerle ilgili kanaatleri olumludur, Kendisi ile ilgili ümitlidir ve yapılan hataların telafisi olduğunu bilir. Kimseye kendisini kabul ettirme derdinde değildir. Yalnızca yaratana hesap vereceğini bilir.
Aynı zamanda eğer bir hata yaparsa tevbe edebilir ve yeniden başlama şansı vardır.
“İnsanoğlunun değişebilmesi, kişiliğini, hayata yeni bir bakış açısı geliştirerek ‘dönüştürmesi’ ile mümkün olabiliyor. İnsan hayatla, yaşamı destekleyen tutkularını harekete geçirerek, yeni bir hayatiyet kazanarak bütünleşebiliyor.
Çamurdan yükselmek Doğu dinleri’nde kişinin hayat boyu mücadelesini vermekle yükümlü olduğu çabadır. Kişi yaratanın merhametine sığınarak ruhunu yüceltmeye çalışır.
Manevi tarafını besler ve nefsinin kendisini aşağılara çekmesine müsade etmez. Konfüçyanizm’de kişinin kendi ruhunu yüceltmesi için çaba sarfetmesi gerekmektedir ve bunu ancak insanları severek, iyi ilişkiler sürdürerek gerçekleştirebilir.
Doğu toplumlarında insan tanımlanırken sadece madde tarafı değil mana tarafı da ortaya konulur.
İnsanın varlık aleminde yalnızca bedeninin ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatta kalmak için varolmadığını, asıl gayesinin manevi tarafını yüceltmek beslemek ve ruhunu yüceltmek olduğu vurgulanır.
Batı her şeyi akılla açıklamaya çalışır, açıklayamadığı konuları reddeder. Sadece bilimsel olarak ispatlanabilmiş olguların doğru kabul edildiği bir kültür insanı anlamaya yetmez.
Bunun karşısında Doğu felsefesinde yaşamın görünen ve görünmeyen yüzüne inanmaktan bahseder.
“Biz, dayanılmaz acıları, coşkulu sevinçleri, tehlikeleri, güvenli sığınakları, tez ve anti-tezleriyle bu anlaşılmaz ve büyüleyici yaşamın kendi beyin yapımızın ve kullanabildiğimiz yöntemlerin çok dışında bir sistem tarafından yönetildiğini biliriz.”
Bu bağlamda bir Tanrı’ya inanmak ve Tanrı’nın yasalarını kabul etmek Doğu felsefesi için vazgeçilebilir bir durum değildir. Doğu kişinin manevi olana yönelerek problemlerine çözüm bulacağına inanır ve inanma duygusu kişiyi daha ümitli bir hale getirir.
Doğu dinleri kişilerin başkalarına zarar verecek eylemlerden kaçınmalarını emreder.
Buna gore insan bir iş yapacakken iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğuna karar vererek hareket edebilir.
Bu mantıkla bireye veya topluma, ya da çevreye verilmiş herhangi bir zarar kaderci bir zihniyetle açıklanamaz.
Doğu toplumlarında kişinin kendi eylemlerinin sonucunu hesap ederek ve neticesinde de hesap vereceğini düşünerek yaşaması esastır.
Yeryüzünde meydana gelen facialar deterministik bir bakış açısıyla açıklanmaz. Çevresinde olup biten olaylarda bir payı olup olmadığını sorgular.
İnsan, irade edebildiği kadar insandır.
Doğuda insanın özgür olduğunu, bağımsız olduğunu teslim etmiş olması çok önemli, bu anlayış, insana duyulan güven onu tensel ve ruhsal –maddi ve manevi- dayatmalara karşı durmak üzere yüreklendirir ” Böyle bir insan dünyadaki her şeye karşı içinde bir sorumluluk hisseder. İnsanın nesneleşmesinin önüne geçer.
Aynı zamanda kendi eylemlerini hesap etmesi gerektiğini, sonuçlarına da katlanması gerektiğini bildiği için Hıristiyan dünyasındaki günah çıkarma eylemi gibi bir başkasının onu affedebileceği duygusundan da uzaktır.
Somut insan Dünyadan ve kendisinden sorumlu olan insan, kendisini gerçekleştirebilmek, bilgiyi aktif olarak aramak, eylemlerinin ahlaki sorumluluğunu yüklenmek için özgür ve özerk, kendisinin efendisi olmak zorundadır.
Doğuda yeryüzündeki her şeyi insana emanet verilmesi düşüncesi Batı’nın kullan ve tüket algısı karşısında değerlidir. Bu algıya göre kişi yaşam boyu hayatını idame ettirecek şeylere sahip olmak ister, ama asla onlara istediği gibi davranabileceğini düşünmez. Har vurup Harman savuramaz, ya da başkalarının zarar göreceğini bildiği bir şekilde kullanamaz.
Batı’da mülkiyet esasının kişiye sahip oldukları şeyleri istedikleri gibi kullanma hakları olduğunu, ve bunun için kimseye hesap vermeyeceklerini belirtir.
Kişi eğer içinde yaşadığı bölgede diğer insanların ihtiyacı olan bir mala sahipse, bu mala zarar verdiğinde topluma karşı kendisini sorumlu hissetmez, aynı zamanda herkesin ihtiyacı olan bir mala yalnızca kendisi sahipse ve bunu paylaşmıyorsa kimse ona karışamaz. Bunu da gönül rahatlığı ile yapar.
Kişinin eylemlerini helal-haram terazisi ile ölçmesi İslam geleneğine ait bir kavramdır, yapılacak işin kişiye ve topluma faydası ve zarar göz önünde bulundurulmaksızın yapılamayacağını düşünülür.
Mesela pertol şirketleri daha ucuz bir yeni enerji türünü satın alıp ortadan kaldırdıklarında, toplumun esenliğini düşünmemekle suçlanmazlar.
Gıda imalatçıları raf ömürlerini uzatmak için ürünlerine muhtelif zehirler kattıklarında insan sağlığı ile oynamakla suçlanmazlar.
Satın almamak özgürlüğü diye bir hak vardır, isteyen alır, istemeyen almaz ama… ama her yasal hak helal değildir.
Batı zihniyetinde eğer bilim adına bir adım atılması gerekiyorsa, etik değerler söz konusu değildir.
Nükleer silah denemesi yapılacaksa sonuçları hesap edilmez. Herhangi bir gelişme daha fazla insanın zarar görmesine sebep olsa da gerçekleştirilir.
Batı dünyasında insanların düzeyli, mesafeli ve çıkara dayalı yüzeysel ilişkileri karşısında Doğu geleneğinde birliktelik önemsenir.
Gaziler, Kırklar, türbeleri, aşevleri, hastaneleri, ibadethaneleri, silahları, savaşlarıyla kadın-erkek sıradan halkın günlük yaşam pratiğinin ayrılmaz parçalarıdır.
Birlikte yer, birlikte içer, birlikte üretir, birlikte söyler, birlikte dinler, birlikte söyleşirler.
Böyle bir toplumda savaşa giden halkın kendi çocuklarıdır, yaşanan bir olayın tarafları halkın kendisidir. Tüm insanlar aynı anda hem acıyı hem sevinci paylaşırlar.
Kimse kendini yaşananlardan soyutlayamaz.
Doğu ve Batı toplumlarında insanın konumunu ve değerini karşılaştırdığında birbiri ile tamamen uyumsuz bir resim görülmektedir.
Batı kültüründe arzularına ulaşmak ve dilediğince tüketmek amacıyla yaşayan insanın Doğu kültüründe paylaşmak ve fedakarlık yapma gayretinde olduğunu düşünülür.
Doğu felsefesinde insanın dünyada bir yaşam gayesinin olması – Tanrı’nın rızası, nirvanaya ulaşmak, ruhunu yüceltmek vb.- insanı ayakta tutan ve tatmin eden bir olgudur.
Bu durum insanın boşluğa düşmesine engel olur.
İslamiyet ile Hıristiyanlık karşılaştırdığında insanın İslamiyet’te Allah’ın vekili olarak dünyaya gönderilmesinin Hıristiyanlıkta günahkar olarak doğması fikri ile taban tabana zıt olması İslamiyet’te kişinin yaşam sever bir kişilik oluşturmasına sebep olur. Çünkü İslamiyet kişinin dünyaya tertemiz geldiğini, yaşam boyu yapacağı hatalardan da dönebileceğini söyler.
Batı’da insanın kendisini hakim sistem içinde herhangi bir ‘şey’ gibi hissetmesine sebep olan baskılayıcı veya yok edici durum Doğu felsefesinde görülmez.
Batı’da kalabalıklar içerisinde farkına varılmamış bir ‘şey’dir insan. Doğu’da kişinin kendisine has çeşitliliği ortaya koyması, kendisini gerçekleştirmesi zenginlik sayılır.
İnsanın asıl görevi ruh ve beden bütünlüğünü tamamlayarak kendisinde varolan yetenekleri keşfetmek ve ortaya koymaktır.
Batı toplumlarında insanın sadece bedensel ihtiyaçlarının tatmin edilme gayretinin Doğu’da karşılık bulmadığı, Doğu kültüründe insanın manevi ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi söz konusu değildir.
Doğu inançlarında insanın asıl gayesinin ahlaken daha yüce bir kişiliğe bürünmesi ve kendisini yüceltmesi olduğu, Batı’nın ise insanın mana tarafını görmezden geldiği ortadadır.
Bilimsel açıklamalar dışında herhangi bir bilgiyi yok sayan Batı karşısında Doğu’nun sezgilere yer veren tavrı daha anlamlıdır. Doğu dinlerinde yaratılmış tüm canlılara karşı merhamet duygusuyla muamele edilmesi, başkalarına zarar verecek eylemlerden kaçınılması, ve eylemlerde doğru-yanlış, helal-haram gibi etik değerlerin olması Batı’nın kural tanımazlığı karşısında toplumu ayakta tutan önemli ilkelerdendir.
Üzerinde düşünülmesi gereken “ilerleme”nin ne olduğudur ya da medeniyetin aslında kime hizmet ettiği…
20 Kas
doğu&batı kafası
İnsanlık zamanın üzeride, kendine mekan ararken bir takım kavramlarla yola çıkmış.
Yaşamının (neredeyse) başladığı andan itibaren bilerek ya da bilmeden korkunun gölgesinde yaşamış.
İlk korkunun düşme korkusu olduğu akademik çalışmalarla tesbit edilmiş.
İnsanın ortaya çıkışından bu yana yıllar geçtikçe hem düşünce yapısı hem de metabolik yapısı değişmiş.
Temeldeki korku sonucu ortaya çıkan salgılar, metabolik değişimlerin sonucu insanın psikolojik yaşamı oluşmuş. (ve)
Oradan bu tarafa doğru baktığımızda insanlık tarihi yazılı olanların ötesinde birçok psikolojik davranışla yönlenmiş.
Yön kavramını sadece güneşe bakarak, dünyanın manyetik kutupları ile anlatmak sadece fiziki ve sığ bir bakış olur.
Oryantasyon, yönlendirme, kılavuzluk etme anlamlarını taşıyan ve Fransızca ‘‘orientation’’ kelimesinin Türkçe söylenişidir.
İş hayatında “işe alıştırma programı” olarak kullanılan bir terim olsa da kendi adımıza düşünmekte yarar var.
Oryantasyon’un ‘‘uyum sağlama, alıştırma’’ anlamı ile kendi hayatımıza indirmemiz gerek.
Zamanın bizim durduğumuz noktasında yönler sadece fiziki bir yönlendirmeden öte içinde birçok yargıyı da barındırıyor
Mesela Doğu-Batı kültürleri, kafası, medeniyetleri. Kuzeyli-Güneyli ayırımı. Ortadoğu, uzakdoğu…
Önce kültürün ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Siyaset, güç, insan hakları, çıkar/menfaat, birey, toplum.
Bunların hepsi kültür alanlarıdır.
İnsan, toplum düzeni içinde varlığını sürdürmek için birçok şeye gereksinim duyar.
Varlığın ve hayatın her evresini ve alanını kapsayan özelliğiyle kültür, buradaki anlamıyla değerlerin toplumdan topluma
farklılaşmasının da en belirgin göstergesi sayılır.
Akıl ise burada bir araçtır.
Batıda akıl önce bir Hıristiyanlık evrenselliği ya da Kilise tutuculuğu ile sınırlandırılırken,
Aydınlanma ile birlikte “rasyonel akıl” vurgusuyla kendi başına bırakılmıştır.
İnsan, varlık-değer-kültür üçlüsü ile bağlantılı bir sorumluluk içindedir. Bu sorumluluğu hakkıyla ifa edebilmek amacıyla önce akıl terbiyesi gerekir.
Aklın istikrarını sağlamanın yollarından biri, onu yetinme duygusu ve yürek ile terbiye etmektir.
Terbiye edilmemiş akıl, iki tarafı keskin kılıç gibi olur, onu tutmak da muhafaza etmek de tehlike oluşturur. (?)
Kültürün vazgeçilmez bir aracı durumundaki akıl, Doğu ve Batı kültür iklimlerinde muhtelif türden ürünlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
Hem Doğu hem de Batı için aynı ölçüde geçerli olmak üzere insana özgü davranış özellikleri öne çıkıyor.
Her yerde düşünüp sorgulayan, kendine ve topluma faydalı insanlar vardır, bunların yalnızca Doğu ya da Batı kültürüne mensup sayılması doğru olmaz.
Stigler bugün, UCLA’da dünyadaki öğrenme ve öğretme üzerine çalışmalar yapan bir psikoloji profesörü.
Doğu ve Batı arasında pek çok kültürel farklılık olduğu ve her iki kültürde de birbirinin tam tersi olan örnekler göstermenin mümkün olduğu gerçeğini
kabul ederek Stigler, bu farklılığı şöyle özetliyor: Amerikan kültürünün büyük bir bölümünde okul çocuklarında görülen zihinsel bocalama bir zayıflık
göstergesi olarak görülürken, Doğu kültürlerinde sadece hoşgörüyle karşılanmakla kalmıyor, aynı zamanda genellikle duygusal dayanıklılığı ölçmek
için kullanılıyor.
Şimdi Batı bakışından Doğunun görünümüne bakalım;
Batı kültürü bilime odaklanır; doğu kültürü ise bilgeliğe.
Doğu içe dönüktür, batı dışa. doğu kültürü soyut değerler üzerine inşa edildiğinden, dejenerasyona, suistimale ve taklitçiliğe çok müsaittir.
Batı kültüründeki yüzeysellik ve pragmatik atmosfer ise insanı varoluşsal anlamda boşlukta hissettirir…Mesela; bir iş için japon davranış şekli:
“eğer biri bunu yapabiliyorsa, ben de yapabilirim. eğer kimse yapamıyorsa,ben yapmalıyım.”
Orta doğulu davranış şekli : “eğer biri yapabiliyorsa, bırak yapsın. eğer kimse yapamıyorsa, ben nasıl yapabilirim?”
doğu kültürü içe dönüktür, batı kültürü dışa.
biri yürek ve ruha diğeri madde ve haza dayalıdır
doğu kültürü daha kolektif, batı kültürü daha bireyseldir.
İş hayatinda doğu “being culture” batı “doing culture” dır.
doğu kültüründe hayat bir yolculuktur, batı kültüründe ise hizmet
doğu kültüründe susmak önemlidir, batı kültüründe konuşmak önemlidir.
doğu gönülün, aşkın, hayalin vatanı, batı; aklın, tekniğin, realitenin vatanı.
doğu izole biçimde yaşayan batı ise değişik inançların birlikte yaşadığı biçimdir.
doğu kültürünün yaşam prensibi erdem anlayışıdır, batı kültüründe ise etik anlayış.
doğu kültüründe din ile ilişki bütünleşme üzerinedir, batı kültüründe muhalif olmak üzerinedir.
doğu kültüründe gerçek gerçektir ve ispata ihtiyaç yoktur, batı kültüründe gerçek ispata dayanmalıdır.
doğu kültürü sisteme bakar, evrendeki her şeyin bağlantılı olduğunu düşünür, batı kültürü kişiye ve hayattaki rolüne odaklıdır.
doğu kültürü insanın öncelikle kendisini anlamaya çalışmasını, evrendeki rolünü bilmeye çalışmasını önerir, batı kültürü insanın öncelikle etrafını
anlamaya çalışmasını, araştırma ve analiz yapmasını önerir.
doğu kültüründe statüko nadiren sorgulanır, temel inanışlarda reformlar zayıftır, batı kültüründe statüko sorgulanabilirdir hatta sorgulanmalıdır,
temel inanışlarda reformlar güçlüdür.
doğu kültüründe başarı yolu hislerden geçer “her şeye sahip olmak için her şeyden vazgeç” der, batı kültüründe başarı hesaplamalar ve planlama ile
mümkündür, her şeye sahip olmak için çok ve iyi çalışman gerek der.
“su nedir?” sorusunun cevabı doğu kültüründe “su hayattır, berraklıktır, saflıktır”, batı kültüründe ise “su sıvıdır, içmezsek ölürüz, kıymetlidir” olur.
doğu kültüründe kişi kendi hisleri üzerinde ancak meditasyonla, odaklanmayla kontrol sağlayacağını söyler, batı kültüründe bunun anahtarı analizdir der.
doğu kültüründe gerçek zafer insanın kendisi ile yaptığı mücadeleyi kazanmasıdır, batı kültüründe gerçek zafer insanın etrafına, şartlara karşı verdiği
mücadeleyi kazanmasıdır.
Başka bir bakış açısından; böyle iki dev kültür kategorisi yoktur. Kültür bir ülke içinde bölgeden bölgeye, vilayetten vilayete büyük farklılıklar gösteren
bir kavram, Türkiye’de olduğu gibi , İspanya’da, Yunanistan’da mora ile batı trakya’nın, Fransa’da brötonya ile provence’ın kültürü taban tabana zıttır.
Diğer bakış; tüm insanlık tarihini 600’lerde doğmuş müslümanlığa ve kabaca onaltıncı yüzyılda doğan protestanlığa endeksleyen düalite.
Oysa batı kültürü tüm ilhamını temel dini kaynaklara dönüşten alır. Önemi esasen ekonomik ve politiktir, kültürel anlamda avrupa’da belirleyici değildir,
bir avrupa kültürü varsa o kültürün kanonik sanat eserleri italya’daki katolik sanatkarlar tarafından üretilmiştir.
Bugün avrupada hala, camiler minareli olmasın diye tartışmalar yapılırken, doğuda birçok inanışa ait ibadet yeri görebiliriz.
Doğu ve Batı’yı kategorik olarak ”iyi” ve “kötü” diye ayrıştırmak doğru olmadığı halde, bunun her iki tarafta da yapıldığına tanık oluyoruz.
Hatta Batı’da öyle “Doğu” betimlemeleri yapılmıştır ki, bunlar isim verilerek dile getirilmeye değmeyecek derecede kin ve önyargıyla malûl kolektif
Doğu hayalleri olarak ifade edilebilir ancak. Bunları irdelemek, zaman israfı sayılır.
Doğu’nun ve Batı’nın mutlak anlamda doğru ve yanlış, ilerlemeci ve gerici/durağan olarak nitelenmesi mümkün olmadığına göre, geriye insanın
kendisi kalıyor. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, insanın sorumluluğudur asıl olan. Ve bu sorumluluk bilinciyle düşünüp eylemde bulunan insanın
tarihsel süreçte ortaya koyduklarıdır. Bu anlamda, tarihte üretilenlerin bugüne ve geleceğe ışık tutması, yönlendirici olması mümkündür.
Örneğin, ağırlıklı olarak 19.yüzyılda bazı Batılı yazarların iklim teorisiyle ya da kendilerince sosyal ve psikolojik faktörlerin analiziyle,
Doğu’nun ilerleme ve gelişmeye yatkın olmadığı yönündeki açıklamalarını tarihsel tecrübe çürütmektedir. Aralarında Uluğbey gibi Türk bilim ve
siyaset adamlarının da bulunduğu çok sayıda Doğulu insanın ürettiği eserler Batı’nın üniversite kütüphanelerinde bilimsel araştırma kaynağı
olarak kullanılmıştır.
8 Kas
ilişkiler (2)
Yaşadığımız Dünya’da ne kadar çok insan ne kadar çok canlı, ne kadar çok cansız var değil mi? Durduğumuz yerden bunu hissetmemiz neredeyse mümkün değil. Tıpkı Dünya ile (en azından) Ay arasındaki mesafeyi tam olarak anlayamayacağımız gibi…
Şimdi aynı paragrafı bir de böyle okuyalım;
Yaşadığımız ‘Hayat’ta gelmiş geçmiş ne kadar çok insan ne kadar çok canlı, ne kadar çok cansız var değil mi? Durduğumuz yerden bunu hissetmemiz neredeyse mümkün değil. Tıpkı Dünya ile (en azından) Ay arasındaki mesafeyi tam olarak anlayamayacağımız gibi…
Medeniyet (?) içinde sayma sistemimizin el ve ayak parmaklarına dayanması ne kadar ironik değil mi?
Yaşam boyunca ilişkiler…herşeyle….gördüklerimiz, göremediklerimiz….
Genelde problemli, stresli ilişkiler…
Lafı dolandırmaya hiç gerek yok;
İlişki kurduğumuz herşeyi etiketleyerek kafamızdaki boşluklara yerleştirip sadece bizim beklentilerimizle yaşamak, mümkün mü?
Algılamak için etiketlemek? Peki tüm yaşantımız etiketlerden ibaret ise biz kalan ne?
30 Nis
Şamanizm… (bilgiler)
Şamanizm, insanlığın belki de en eski inanç sistemlerinden biridir. Herhangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir. Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Yeryüzünü, yani “Orta Dünya”yı insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan “Aşağıdaki Dünya”yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. Şaman inancının ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik ‘in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir. Şamanizm, tarih öncesine ait olan, yeryüzünde hiçbir uygarlığın mevcut olmadığı dönemde oluştuğu varsayılan bir düşünce ve inanç sistemidir. Şamanlığın oluşum serüveninin takvimsel zaman bakımından Mezopotamya ve Sümerlerden 20.000 ile 25.000 yıl öncesine dayandığı varsayılır. Doğa karşısındaki güçsüzlük sonucu doğaya teslimiyetle oluşan, binlerce yıl önce yaşanılan ve hala belli yerlerde devam eden bir inanç sistemidir.
Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler âlemi bir bütün olarak düşünülür. Şamanizm’e göre evrende her şeyin bir ruhu, canı vardır. Dağlar, göller, ırmaklar, ormanlar hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık yüklenir. Şamanlar, Gök Tanrı Ülgen’e ulaşılabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaşmaya çalışırlar. Keltlerden, Kızılderililere, Türklere ve Moğollara kadar daha pek çok kavmin inanışı olmuştur. Klasik şamanizmin anavatanı Sibirya kabul edilmektedir.
Asya Şamanizm’inde yer alan üç âlem: Yer, yeraltı, göktür fakat bunlar sembolik ifadelerdir. Yeraltı terimi Asya’nın kimi Şamanist geleneklerinde öte-âlem anlamında kullanılır, kimi Şamanist geleneklerinde ise ölümden sonra yaşanılan kargaşa ve vicdani hesaplaşma dönemini ifade etmek üzere kullanılır. Dolayısıyla, bazı Şamanist geleneklerde yeraltı denildiğinde, genellikle öte-âlemin titreşim düzeyi kaba ve yoğun ortamları manasındadır. Yeraltı deyiminin bu anlamda kullanıldığı şamanist geleneklerde öte-âlemin huzurlu ortamları ise “gölgeler diyarı” gibi başka ifadelerle belirtilmektedir.
Kuzey ve Orta Asya Şamanizm’inde yeraltı âlemi 7 veya 9 katlıdır. Ölüm olayı ile beden terk edildikten sonra kimileri yeraltı katlarındaki ortamlara, kimileri ise gök katlarındaki ortamlara giderler. Altay’larda göğün üç ve dokuz katından söz edilmektedir. Ayinler sırasında göğün bu katlarına çıkılır. Bazı toplumlarda 33 gök dairesinden bahsedilmektedir. Altay Türklerinde tanrı Ülgen’in yedi veya dokuz kızı ve birtakım yardımcı ruhları bulunmaktadır.”Şamanizm’de yeraltı denildiğinde bilinen fiziksel anlamıyla “toprağın altı” anlaşılmaz, her ölen insanın ruhunun göçtüğü ve Şamanların trans deneyiminde gittiği çeşitli katlardan oluşan bir âlem anlaşılır. Şaman, trans deneyimi sırasında, yapacağı uygulamanın amacı ve türüne göre, ya yeraltı âlemine veya Göğe gider. Örneğin, bir hastayı iyileştirmek için göğe çıkması gerekir, fakat ölünün ruhuna eşlik etmek, hastanın ruhunu geri getirmek ya da yeryüzünü terk etmek istemeyen ölüleri gölgeler diyarına götürmek için Yeraltı’na inmesi gerekir. Fakat her iki halde de şamanın önce yer altı âlemine gitmesi gerekir, yani herhangi bir nedenle gök katlarını aşması gereken bir şamanın önce yeraltı denilen âleme inmesi gerekir, kimse “Yeraltı”na inmeden göğe çıkamaz. Yeraltı kavramı Grek tradisyonunda Hades biçimine dönüşmüştür. Şaman dünyasında ölüme inanılmadığı için Anadolu’da çoğunlukla “öldü” kelimesi kullanılmaz. Ruhun ölmediğini vurgulamak için, “göçtü”, “Dünya değiştirdi”,“Hakk’a yürüdü” gibi anlatımlar kullanılır.”
Şamanizm’de var olan tek tanrı Gök Tanrısı’dır. Tanrının insanlarla veya başka cisimlerle tasvir edilmesini kabul etmemektedirler. Putlar tanrının tasviri olarak yapılmamıştır. Birinin çok sevdiği bir yakını öldüğünde onun sureti yapılmakta ve evde saklanmaktadır. Şamanizm halk kültürü kanalıyla birçok öğesini tek tanrılı dinlere taşımıştır. Şamanın en önemli görevi ise çocuk ve torunlarına evrensel denge mekanizması çerçevesinde bilgelik aşılayarak onları en iyi şekilde yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır. “Unutmayın çocuklarınız sizin değildir. Onları Yaratıcıdan ödünç aldınız.” (Kızılderili sözü)
Şaman inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk kızlar… Hikâyelerde ve masallarda kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk satır ve kırk katır çok geçer. İslâmiyet’te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur’an ve Mevlit okutma âdetlerinin, Musa’nın Tanrı’nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının, eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının, Hıristiyanların paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının, Ayasofya kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma şaman veya totem gelenekleri yatar. Günümüzde Şamanizm’den kalan birçok adet ve gelenek bulunur. Su dökerek uğurlama, mum yakılması, ağaçlara bez bağlanması ve dilek tutulması, mezar taşı koyulması uygulaması, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışıdır. Kurşun dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir. İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldir. Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu”, “göz boncuğu” takılır.
Gök Direk veya Dünya Direği, bir tür Hayat Ağacı sembolü olarak yerleşim yerinin meydanına dikilen ve tepesinde özel bir kuş veya özellikle çift başlı kartal bulunan bir kutsal sırıktır. Dünyanın temel dayanakları sayılan Gök Direkleri, sembolik olarak, gökyüzünde Tanrı’nın kudret ve kuvvetini simgeleyen yüce çift başlı kartala kadar uzanır. Ulu kartal bu sırığın doruğuna tüner. Güneş doğunun, Ay batının sembolü olduğu için kartalın iki başı bu yönlere doğru dönüktür. “Göğün de bir direği vardır”şeklindeki bu inanış, yeryüzünde çok yayılmış ve âdeta insanlığın bir malı olmuştur. Avrupalılar, eski Roma ve Yunan kültürleri de bu direğe inanırlardı. Bu inanış, Türklerde de vardı.
Ağaç kimi zaman yaşamı, kimi zaman da evreni tasvir etmek için kullanılır. Çünkü ağaçlar kökleri ile yeraltında, gövdesi ile yeryüzünde ve ışığa yönelen yaprakları ile gökyüzündedir, yani evrenin üç katını birleştirir. Yaşamı en iyi simgeleyen de ağaçlardır. İlkbaharda çiçek açmaları, meyve vermeleri doğumu, sonbahardaki yaprak dökümü ise yaşamın sona erişini çağrıştırır. Semitik gelenekte Hayat Ağacı’nı literatüre girişi Tevrat’ta geçen “Tanrının bahçe ortasına Hayat Ağacı’nı ve Bilgi Ağacı”nı dikmesi ile başlayıp; Âdem-Havva’nın Şeytan’ın tahriki ile bu ağacın yasaklanan meyvesinden yedikleri için cennetten kovulmalarıyla devam eder. Yenilen elma bilgidir; yılan ya da şeytan akıldır.” Hayat Ağacı, insanın önüne çıkan çeşitli engellere rağmen aradığı ve ulaşmak istediği ana hedef ve amaç olarak gösterilir.
Castaneda, Şamanizm’e farklı bir anlayış getirmiştir; Şamanizm, taraftarlarına özgürlük kazandırma, kötü ruhların yokluğunu kabul etme gibi esaslara dayanmaktadır. Herkes kendinin şamanı olmalıdır düşüncesi üzerine kurulan Yeni Şamanizm, tutarlı bir hareket olmayıp farklı semantiği ve sayısız fraksiyonları ile karmaşık bir fenomendir. Yeni şamanistler arasında ayrıca Yeniçağ akımına bağlı gruplar, çevreciler, feministler ve yeniden tabiata dönmeyi hedefleyen gruplar yer alır. Bu anlamda yeni Şamanizm, postmodern felsefe doğrultusunda içinden çıktığı gelişmiş endüstri toplumlarına dogmaları, kurumları, ibadetleri olmayan, herkesin kendi mitini yaratabileceği bir din sunmayı amaçlamaktadır.
Gökle yeraltı arasında yani güzellik ve kötülük arasında insanların yaşadığı yeryüzü bulunmaktadır. Yeryüzü iki zıtlık arasında yaşamın varolduğu bir yerdir. Siyahla beyazın, iyilik ile kötülüğün, güzellik ile çirkinliğin mücadelesi arasında kalan insanın kendi doğru yolunu ruhlarının yardımı ile bulmaya çalıştığına inanılırdı. Evrenin yollarını kat etmeye çağrılan şaman, yolunu kaybetmemek için bu yolları mümkün olan en iyi şekilde tanımalıdır; belirli hedeflere yönelmesi nedeniyle bu hedeflere nasıl varacağını bilmelidir.